26 Ocak 2016 Salı

Zayıflama Hikayesi 2


alkali diyet

Tekrar merhaba, 
Yazının 1. bölümü okumak için tıklayın

Bugün kilo vermek için çok bilinen tüyoları ve kendi uygulamalarım hakkında yazacağım. Kilo vermek isteyip de internette araştırma yapmayan yoktur sanırım. O yüzden muhtemelen yazacaklarımın hepsi zaten bildiğiniz şeyler olabilir. Ben o bilgilere kendi fikirlerimi de ekleyerek yazmak istiyorum.
  1. Günde en az 2 lt su için. Zayıflama konusunda en çok duyduğumuz, en önemli maddedir aslında. Sadece zayıflamak için değil, sağlıklı bir vücuda kavuşmak ve sağlıklı kalmak için yapmamız gereken şeydir aslında. Faydaları saymakla bitmiyor ama özetlemek gerekirse suyun yararlarından bazıları şu şekilde:
  • Hücreleri yeniler
  • DNA hasarını önler ve anormal DNA sayısını azaltır.
  • Bağışıklık sistemini güçlendirir.
  • Sindirime yardımcı olur ve metabolizmayı hızlandırır.
  • Akciğerlerdeki kırmızı kan hücrelerinin çalışma verimini artırır.
  • Vücudun çeşitli bölgelerinden zehirli atıkları toplar ve atılmaları için karaciğer ya da böbreklere taşır.
  • Eklem boşluklarındaki temel yağlayıcı maddedir, ait ve sırt ağrılarının oluşumunun önlenmesinde yardımcı olur.
  • Bağırsakları en iyi çalıştıran yağlayıcı maddedir, kabızlığı önler.
  • Kalp krizi ve felce karşı koruyucudur.
  • Kalp ve beyin damarlarında pıhtılaşmayı önler.
  • Melatonin de dahil olmak üzere, beyinde üretilen bütün hormonların yapımı için gereklidir.
  • Cildi yumuşatır ve yaşlılık belirtilerinin azalmasına yardımcı olur.
  • Hamilelikte sabah bulantılarını azaltır.
Suyun faydaları

Bu liste daha epey uzuyor. Ben günde 3 lt su içiyorum eğer evdeysem. Dışarı çıktığımda biraz zor oluyor, tuvalet sorunu yaşamamak için daha az içmek durumunda kalıyorum.
Bunun yanında, çoğunlukla alkali içiyorum suyumu. Alkali su demek ph'ı yüksek su demek. onun faydalarına gelince;
  • Hücreleri nemlendirerek sivilce oluşumu ve diğer hastalıkların oluşma riskini ortadan kaldırır.
  • Vücutta bulunan yağ hücrelerini parçalayarak zayıflamanıza yardımcı olur.
  • Romatizma hastalıklarına karşı etkilidir.
  • Kronik hastalıkların baş göstermesini engeller.
  • Yaşlanmayı geciktirerek cilt sorunlarının oluşmasını engeller.
  • Suyun oksijen seviyesini yükselterek su ihtiyacınızı daha verimli karşılar.
  • Bağışıklık sisteminizi güçlendirir hastalıklara karşı korur.
  • Antioksidan etkisiyle zararlı maddelerin atılmasına yardımcı olur.
  • Vücudun PH dengesini korumasında yardımcıdır.
  • Vücudun biyoelektrik dengesini koruyarak zindelik sağlar.

Kilo verme konusunda su içmek en önemli şey fakat özellikle alkali su içmek bence kesinlikle yapılması gerekenlerden. Suyu alkali yapmak da oldukça basit. Eczaneden İngiliz karbonatı alıyoruz. 2 lt suya 1 silme çay kaşığı ekliyoruz. iyice karıştırıyoruz. Suyumuz içmeye hazır. İlk başlarda tadı biraz tuhaf gelebilir ama 2 günden sonra alışıyorsunuz. Ender Saraç da öneriyor alkali suyu. Yani şüpheniz olmasın sağlıklı olup olmadığı konusunda.


egzersiz ve zayıflama

2.Egzersiz yapın. Zayıflamak için yapılması gerekenler listesindeki diğer bir önemli madde ise aktif olmak. İster yürüyün ister koşun, ister bisiklete binin. Hareket ettiğiniz sürece ne yaptığınız pek de önemli değil, yeter ki oturmayın. Oturduğunuzda yaktığınız kalori miktarı  ile ayakta durduğunuzda yaktığınız kalori bile birbirinden farklıysa, egzersiz yaptığınızda yaptığınız kalori miktarının ne gibi etkileri olur bir düşünün. Hareket halinde olmanın, egzersiz yapmanın metabolizma hızı üzerinde çok ciddi bir etkisi var. Hareketsizlik de kilo almanın en önemli faktörü. 

Peki bu metabolizma hızı neden önemli? Öncelikle bazal metabolizma denilen bir şey var. Bazal metabolizma hızı sizin hiçbir aktivite yapmıyorken, oturduğunuz yerden yaktığınız kaloridir. Bu hızın artması veya azalması yaşam tarzımıza göre değişkenlik gösterir. Gün içinde yaptığınız egzersiz metabolizmanızı ateşler ve egzersiz yapmadığınız saatlerde de normalde olduğundan daha fazla kalori yakmanızı sağlar. Kalori yakmak demek de kilo vermek demek :) Bir önceki maddede de bahsettim, su içmek de hızlandırıyor metabolizmayı unutmak yok:)



3. Yoğurt yiyin. Yoğurt da diğer süt ürünleri de diyet listelerinin vazgeçilmezinden. Fakat artık eskiden bilindiği gibi yağsız süt, yoğurt, peynir değil, orta veya tam yağlı tercih ediyorum ben süt ürünlerini. Yapılan araştırmalarda yağsız olanlara nazaran, tam yağlı olanların zayıflamaya daha çok faydası olduğu bulundu. Ben günde 1 kase yoğurt yiyorum. Kilo vermenin söz konusu olmadığı zamanlarda da sağlıklı olduğu için yerdim. 

4. Elma yiyin. Suyu yazdığım gibi elmanın faydalarını da uzun uzun yazıp sizi sıkmayacağım ama tam bir vitamin deposu. Zayıflamak için de günde 1 elma öneriliyor. Sabah aç karınla, kefirin yanında tercih ediyorum ben genelde. İçerdiği liflerle de sindirim sorunu yaşayanlara ilaç gibi.


Günde 1 elma

5.Sabahları limonlu/sirkeli su için. Bunu da çok duyuyorum. Limonlu zaten haftada 3-4 kez içerim sabah aç karınla ama sirkeli suyu ben içemiyorum fakat bu yöntemi uygulayıp faydasını gördüğünü söyleyenler mevcut.

6.Porsiyonları küçültün. Bu da hemen her yerde karşımıza çıkan bir zayıflama şartı fakat tam manasıyla katıldığımı söyleyemem. En azından bana uygun değil. Porsiyonumu küçülttüğüm zaman yemekte ne yersem yiyeyim yarım saat sonra kendimi ekmek arası hazırlarken buluyorum ben. Daha kötü oluyor. Bence ne kadar yediğinizin değil, ne yediğinizin önemi var. Bu konuya daha sonra geleceğim. 

7. Ara öğün yapın/ sık sık yiyin. Diyetisyenlerin neredeyse hepsinin önerdiği bir şey bu. Ben bunu da tam anlamıyla doğru bulmuyorum. Sadece ben değil Karatay, taş devri ve katojenik diyete göre de yarardan çok zarar getiriyor aslında sık yemek. İbn-i Sina'nın da bir sözü vardır. "2 öğün sağlık, 3 öğün hastalık" Neden mi? Sık sık yemek mideyi, karaciğeri yorar. Sık yemek fazla insülin hormonu demek, insülin hormonu da yağ depolanması, şeker demek. Bu hormonun zıttı şekilde çalışan ve yağları yakan bir hormon daha var, Leptin hormonu o da. Sık yemek yendiği, ara öğün yapıldığı takdirde sürekli insülün salgılandığı için leptin salgılanmıyor. Leptinin salgılanması için midenin bir süre boş kalması gerekiyor yani. Öğünler arasına en az 4 saat koyulmalı. Aslında sabah kahvaltıyı sağlıklı bir şekilde ekmeksiz, şekersiz yaptığınız zaman, en erken 4 saat sonra acıkıyorsunuz. Ekmek ve tatlı yediğinizde ise acıkma süreniz yarıya iniyor neredeyse. 

3 Ara 3 ana öğün yapanlar zayıflamıyor mu? veya zayıflayamaz mı? Tabi ki zayıflayabilir. Eğer tükettiği kaloriyi hesaplıyorsa öğünlerdeki kalori miktarını azaltarak bu mümkün. Zaten 3 ara öğünlü beslenme listesi hazırlayan diyetisyenler her zaman günlük kaloriyi hesaplar. Patates yediysen ekmek yeme o gün vs diyerek dengeler kaloriyi. Ayrıca Her bünye farklıdır, herkesin metabolizması farklı çalışır. Yani herkesin popisi kendine :) Kimi dayanamaz 4 saat, uygun değildir ara öğün yapmamak kendisine. Yalnız sık acıkmak pek iyi şeylerin belirtisi değil maalesef, insülin direncinin belirtisi olabilir. 


sağlıklı beslenme

Zayıflamak için yapılması en çok söylenen ve benim yaptıklarım şeyler bunlar. En azından benim aklıma gelen bu kadar:) 

Öğünlerime gelince, kedilifitgunluk isimli bir Instagram hesabım var. Orada diyet ve sağlıklı beslenme ile ilgili paylaşımlar yapıyorum. Takip edebilirsiniz. Ağırlıklı olarak "lowcarbhighfat" yani "düşük karbonhidrat, yüksek yağ" şeklinde besleniyorum. Protein de temel besin kaynağım gibi bir şey. Her gün yarım avokado, 2 yumurta ve yoğurt mutlaka yiyorum. Ayrıca 400ml evde kendim mayaladığım kefirden içiyorum sabah aç karınla. Sindirim sistemimi rahatlatan tek şey o gibi. Günü kefirsiz geçirdiğimde şişkinlik problemim artıyor. Kefirin diğer faydaları başlı başına bir yazı konusu. O yüzden bugün o konuya girmeyeceğim, istek olursa başka bir gün.

Saat 18:30 dan sonra yemek yememek de uyguladığım bir yöntem. Diyetisyen tavsiyesi ile akşam 9 da meyve ile ara öğün yapan kişiler var, belki onlar doğru buluyor ama ben o saatte sadece meyve değil, başka herhangi katı bir yiyeceği tüketmeyi pek sağlıklı bulmuyorum açıkçası. Meyveyi gündüz tüketmek daha sağlıklı geliyor bana. Tabi yine herkesin popisi kendine :) Ben burada kendi bünyeme göre konuşuyorum:)

Ben 29 Ocak'a kadar ekmeksiz, tatlısız devam edip 54'lü rakamları görmeyi hedefliyorum şuan tartıda. 54.9 a bile tazıyım:) Dün sabah tartı 56.6 idi. Akşam 6 km yürüyüş yaptım, öğünlerin hiçbirinde un ve şeker yoktu. 6.30 dan sonra bir şey yemedim, sadece su, çay kahve. Bu sabahın tartısı 56.1 yani dünden bugüne fark  -500gr. oldu. Ödemler hızlı gittiği için bir günde 500gr fark normal, fakat ödemler gittikten sonra bu kadar hızlı olmayacak:) 

Gelişmelerle yarın görüşmek üzere, esen kalın, kaçamak yapmayın:)











25 Ocak 2016 Pazartesi

Zayıflama Hikayesi


zayıflama
Özellikle biz kadınlar kilo vermek veya formda kalmak için her türlü yola başvururuz. Fakat öyle güzel hamur işlerimiz, tatlılarımız, kızartmalarımız var ki, irademizi uzun süre korumak zor gelir. Sonunda sabrımız tükenir, ya şok diyetlere başvururuz ya da durumu kabullenir, vazgeçeriz. Sebebi de şok diyetler genelde hüsranla biter, kıtlıktan çıkmış gibi yemeğe saldırırız sonrasında ve kısa sürede giden 2 kilo da aynı kısa sürede geri gelir belki fazlasıyla. Sağlıklı beslenmeyi ise benimsemek zaman ister, o süre içinde de yorulur, irademiz kırılır ve vazgeçeriz. Ben de 25 yaşına kadar hayatında diyet yapmamış biri olarak son 5 senede aldığım fazla birkaç kiloyu vermekte epey zorlandım. 2 senedir epey bir çaba içerisindeyim. Sürekli vazgeçme ve yarıda bırakmalar yüzünden bir türlü eski pantolonlarımı giyinemediğim için yaptıklarımı ve yapacaklarımı yazma kararı aldım. Belki bu sefer hedefe ulaşmadan salmam kendimi:)


Ömer'le tanıştığımda 36 beden esnemeyen kot pantolon giyiniyordum ve o yaşa kadar hiç diyet yapmamıştım. Hani yiyip yiyip kilo almayan ve diğer tüm kadınların sinirlerini bozan tipler vardır ya, ben tam olarak öyleydim. Yediklerine dikkat etmek, kilo aldıran yiyeceklerden sakınmak falan yoktu yaşam tarzımda. Acıktıysam saatin hiçbir önemi yoktu benim için. Gece yarısı da olsa kalkar patates kızartır, yarım ekmek arası yapıp ketçap mayonezle bir güzel yerdim. Bir kerede koca bir yaş pastanın yarısını indirirdim mideye. Bir de ben 12 yaşımdayken annemle babam börek salonu açmışlardı. Konsept biraz değişse de hep gıda işi yaptılar ve hep hamur vardı işin içinde:) Ben de tam bir hamur işi bağımlısı olarak günde 3 öğün poğaça, börek yedim 25 yaşıma kadar. Neden mi 3 öğün? Esnaf oldukları için uzun saatler çalıştıklarından akşam evde yemek yapmak yerine börek yer öyle giderdik eve. E kahvaltı ve öğle yemekleri de oradan. Daha ne olsun?

alkali diyet

Buna rağmen hayatımın her dönemimde hep "çok zayıfsın, fiziğin ne kadar güzel, inceciksin iltifatları" aldım. Aslında hiçbir zaman çok ince olmadım. Hep 36 bedendim ama vücut yapım kemikli değil, daha çok etlidir. Bacaklarım çok ince olmadı hiç ama hep ideal ölçülerdeydi. İç bacak sorunu diye bir şeyden haberim yoktu. Kilo alma ve vücut yapısı konusunda tamamen anneme benziyorum. O da seneler önce geçirdiği ameliyata kadar yeme konusunda benim kadar rahat olmasına rağmen kilo almazdı. Sonrasında ilaçlar tedavi süreci falan aldı kilo, hala devam ediyor ilaç kullanmaya ve artık kilo vermedi imkansıza yakın. 15-20 kilo kadar fazlası var. Her neyse konumuza dönelim.

Kilo almıyordum fakat kilo almıyorum diye hayatım boyunca hiç spor yapmadığımı zannetmeyin. Lisede okulun step grubundaydım. Sene sonuna yakın kuruldu grup ve yalnızca birkaç ay devam etti, zaten son sınıftık. O zamanlar Büyükçekmece'de yaşıyorduk ve bilen bilir, güzel bir sahili vardır oranın. Liseden mezun olduğum 2003 yazında bisikletsiz evden çıkmaz oldum. Öğlen evden bisikletle çıkar, akşam 11 gibi dönerdim eve. Tüm o saatler boyunca akşam arkadaşlar toplanana kadar sahilde, ara sokak ve caddelerde, kısacası Büyükçekmece'nin her yerinde bisikletle dolaşır, akşam arkadaşlar gelince kumsalda voleybol oynar, hava kararınca da yarım saat kadar yüzer öyle giderdim eve. Tüm günüm hareketli geçerdi. Sonraki seneler öyle olmadı tabi. Daha az aktiftim fakat yeme konusunda aynı rahatlık vardı yine. Demek ki spordan değildi kilo alışım. 2009 da taşındık Başakşehir'e ve tüm hayatım değişti.

zayıflama

Taşındıktan 2 sene sonra Ömer'le tanıştım. Kışın tanıştığımız için havanın soğuğundan evde takılırdık her akşam. Tabi her akşam film izlediğimiz için öncesinde markete gider 6 paket (3 bana, 3 Ömer'e) çerezza patlamış mısır, yanına 1 büyük paket cips (o ara barbekü soslu fritos favorimdi) alırdık. Bu arada filme başlamadan akşam yemeği olarak ya dürüm çiğköfte alır ya da yarımşar ekmek tost yapar yerdik. Evde yemek pişirmeme alışkanlığı uzun yıllardır vardır. Hala yemek yapmaz annem, iş yerinde yer öyle giderler eve. Film bitmeden zulamız biter diye korktuğumuzdan yanına yedek bir şeyler de aldığımız olurdu marketten. Kısa süre sonra ben üniversiteye başladım. Hazırlık sınıfının ilk yarısında "ne kadar incesin" sözünü duymuşluğum vardı. Fakat ikinci döneme geldiğimizde alaylı bir tonda "bu ara çok incesin"e döndü o söz. Ne olmuştu? Neden fark etmedim? Veya neden rahatsız olmadım hiç? Tayt ve tunik rahat olduğu için o ara hep öyle giyiniyordum. Sonra bir baktım okul başında giyindiğim pantolonlar kalçadan geçmiyor. Zayıf hallerimde 52-53 kilo civarıydım. Tartılma gibi bir alışkanlığım olmadığı için kilo aldığım zamanlarda da tartılmak aklıma gelmedi. Fakat şimdiki halime bakarak o zamanlar 65'i görmüş olabileceğimi düşünüyorum.
Sonra kendiliğinden gitti o kilolar. Yaz geldi, okul tatile girdi. Havalar ısınınca evde oturup film izlemeler azalıp bitmeye başlayınca abur cuburlar da yenmemeye başladı. Diyet hiç yapmadığım için aklıma gelen bir seçenek olmadı. Ancak yazın sıcağında evde oturmak yerine dışarı çıkmamızla abur cubur yememem bile yetmişti. Yaz sonunda okul yeniden başladığında pantolonlarıma girmeye başlamıştım. Hiç spor veya diyet yapmadan hem de. Okulda farkı görenler nasıl o kadar zayıfladığımı sormuştu hatta. Ama özel bir çaba ve dikkatle gitmediği için her an geri gelebilirdi kilolar. Nitekim geldi de. Bir önceki sene kadar olmasa da yeniden kilo aldım çünkü abur cubur olmadan yaşayamaz hale gelmiştim o kış. Cips yemeden oturup bir şeyler izleyince ağlamaklı olacak kadar mutsuz hissediyordum kendimi. Markete çıkıp alıyordum yine. O kış da kilo aldım. Yazın birazı yine gitti ama tamamı değil.

sağlıklı beslenme

Bir sonraki yıl, yani okulun son senesinde evlenmeye karar verdik. Bizim evlenme hazırlıkların başlamasıyla nikah günümüz arasında 1.5 ay var. O kadar kısa bir sürede, yaşamak istediğimiz semti seçmek, ev tutup eşya işini halletmek durumunda kaldık. Koşturmaktan ikimiz de ciddi anlamda zayıflamıştık zaten ama sonrasında yine evde oturup film izlemekten yeniden kilo almaya başladım. Bu sefer şansa bırakmak istemedim ve diyet, sağlıklı beslenme, spor falan ilgi alanlarım arasında birinci sıraya yükseldi. Sürekli okudum, araştırdım, spor ve diyet yapanları gözlemleyip kafamda yapılan doğru ve yanlışları tartmaya başladım. Onlarca yöntem ve diyet vardı. Hala da öyle. Her kafadan bir ses çıkıyor. Biri "ekmeksiz diyet olmaz" derken diğeri "ekmeğe dokunmayın, yerine ceviz, badem ve baklagillerden, tahıllardan yiyin" diyordu. Kimi "yağ kötüdür" derken ""kimi "karbonhidrattan uzak durun" diyordu.  Bir de sosyal medyada, birkaç diyetle 10 kilo verip diyetisyen/yaşam koçu kesilenler var ki sormayın.

Bir doktor bana çok uzun süre ve fazla abur cubur yediğim için metabolizmamın dengesi bozulduğu için kilo almaya başladığımı, o alışkanlığımı bırakıp biraz daha hareketli bir hayat yaşamaya başlarsam metabolizmamın eski haline döneceğini söylemişti. Abur cuburu bırakmaya çalışırken bir yandan da deneme yanılma yöntemi ile kendi vücudumu, metabolizmamı tartmaya, tanımaya başladım. Ekmeksiz yaşayamam derdim hep. Hala da zorlanırım o ayrı, hafta sonları kahvaltıda veya dışarıda yemek yerken ekmeksiz cidden zorluyor beni. Ancak geçen sene 1 ay hiç hamur işi (ekmek dahil), tatlı ve kızartma yemedim.  O sürede az çok anladım karbonhidratın bana aslında rahatsızlık verdiğini. Nohut hariç baklagili zaten sevmem. O bir ayda spor da yaptım. 4 kilo verdim o ay fakat ilginçtir ki 4 kilodan daha büyük farklar oldu bende. Selülitler neredeyse tamamen kayboldu, yanlarda simit denen bir şey kalmadı, ciddi orada sıkılaştım ve ayrıca cildimde de çok ciddi farklar oldu. Hedefe belki 2 hafta kalmıştı fakat tam o sıra tatile çıktık ne sağlıklı beslenme kaldı ne spor. Tatilin ilk 2 günü koşmaya devam ettik fakat rahat daha cazip geldi. Bir kere bırakınca bir daha da adapte olamadım. Şimdi keşke devam etseymişim koşmaya diyorum.

diyet

Onlarca kez diyete ve spora başlayıp başlayıp bıraktım. Kilo olarak tartıda çok gelmiyorum ve beni görenler fazlan yok ki senin derler genelde fakat eski halimi bilmiyorlar ve selülitler aldı başını gidiyor. Yağ oranım yüksek. Benim için önemli olan yağ oranımın düşmesi. Bahsettiğim 1 ay hariç hedefe pek de yaklaşamadım. Bugün itibariyle yeni bir başlangıç yapıyorum. Kendimi çok sıkmak istemiyorum hemen bıkmamak için fakat belli kurallar koyuyorum artık. Listemi yapmaya başladım, bir kısmı tamam. Bu konuyu bir yazı dizisi şeklinde sürdürmek istiyorum yoksa sayfalarca yazı olacak, tek seferde okuması epey sıkıntı olur. Yarınki yazımda, yukarıda bahsettiğim 1 ayda neler yaptım, şubat ayına kadar nasıl bir yol izleyeceğim onu anlatacağım önce. Sonra doğru ve yanlış bulduğum diyetler hakkında biraz bilgi vereceğim sırasıyla.

Bu arada listemdeki maddelerden biri bugünden itibaren düzenli olarak yürüyüşe başlıyorum. Günde 6km, benim 1 saatimi alıyor. Bu akşam yemeğinden önce çıkacağım. Saat 17.00 gibi. Bana katılmak isteyen olursa günde 6km yürüyüşünü yapsın. Belli aralıklarla kendimizde gözlemlediğimiz değişimleri yorumlar kısmında paylaşabiliriz, çok da motive edici olur:)

Son olarak bu sabah tartı 56.6 idi, gün gün paylaşacağım:)

Şimdilik hoşça kalın.

Not: Diğer yazılarda da bu yazıda da paylaştığım fotoğrafların tümü bana aittir.

Devamını okumak için tıklayın


21 Ocak 2016 Perşembe

Excimer Lazerle Lense Veda Hikayesi

lazer göz ameliyatı
Kendimi bildim bileli gözlerim bozuktur benim. Çoğu kişide olduğu gibi bendeki de genetik. 6 yaşımı doldurmadan gözlük takmaya başlamıştım. Lise dönemine gelince ise lenslere geçiş yaptım ve lens kullanmaya başladığım andan itibaren sorunu kökünden çözüp lensten de kurtulma hayalleri kurmaya başladım. 2 halam 1 de kuzenim geçirdi aynı operasyonu. Son gördüklerimde gayet memnunlardı durumdan. Fakat bu öyle kolay olmadı. Göz bozukluk derecemin ilerlemiyor olması gerektiğini söylemişti doktor. O gün hiç gelmedi. Toplamda 9 sene gözlük, 13 sene de lens kullandım. Her muayenede çok az da olsa hep bir önceki dereceden yüksek çıkıyordu. Böylece 28 yaşıma kadar bekledim. Zaten maddi olarak da hiçbir zaman tam müsait olmamıştım. Geçen sene Nisan ayında 1,5 ay bir yerde çalıştım. Operasyon ücretinin yarısından çoğunu çıkardım. Kardeşimin bir arkadaşının babası,  Dünya Göz Hastanesinde yapıyormuş bu operasyonları. İnternetten biraz araştırdım, gerçekten iyi bir doktor izlenimi verdi bana. Şuan yanılmadığıma çok memnunum. Önce muayeneye gittim. Gözlerimin bu operasyona uygun olup olmadığına bakıldı. Korneanın çok ince olmaması gerekiyormuş. Neyse ki benim canım korneam uygunmuş:) Birkaç gün sonraya randevu verildi. Tabi muayeneden iki gün önce lens kullanmayı bırakıyorsunuz artık. 

Söylenildiği gibi gerçekten kısa süren bir işlem. Gözlere damlatılan damla uyuşukluk yaptığı için göz bebeğinize başkası dokunsa bile kapatmıyorsunuz zaten, fakat yine de göz kırpma olabileceği için gözün açık kalmasını garantiliyorlar göze takılan bir şeyle. İşlem sırasında gözde hafif bir gıdıklanma ve biraz da baskı dışında bir şey hissetmedim. Acı olmuyor yani. Toplamda 10 dk sonra odadan çıkmıştım. Tamamen puslu görüyordum ama lenssiz veya gözlüksüz halimden daha iyiydi, yardım almadan merdiven çıkıp inebiliyordum. O bile sevindirdi beni. 3 farklı damla verdi doktor, o gün saat başı, sonraki günler de günde 4 kez damlatmamı söyledi. Damlalardan ikisi bir hafta kullanılıyor, bir tanesini ise ne kadar kullanırsanız o kadar iyi ama 6 ay devam etmeniz söyleniyor. Hastaneden çıkar çıkmaz damlaları aldık ve oyalanmadan metrobüse bindik. Zira asıl acı çoktan başlamıştı. Gözlerde önce hafif sonra da ağlatan bir yanma oluyor. Kapatsan olmuyor, açsan hiç olmuyor. Ömer gözlerimin sürekli nemlenmesini sağlamak için 10'ar dakika arayla damlaları damlatırken ben de acının çabucak azalması için yalvardım, içimden dualar ettim bol bol:) Hatta metrobüstekiler ne olduğunu anlamayıp bana yer vermeye kalktı ama ben metrobüsün cam olmayan orta kısmında yere oturup karanlık olsun diye başımı kollarının arasına alıp bekledim. Bu sırada da bol bol ağladım :) Nemliliğe yardımcı oldu mu bir fikrim yok ama olmuştur herhalde. Eve vardığımızda tüm panjurları kapattık. Panjurlu evde oturmayanın vay haline diye düşündüğümü hatırlıyorum o gün:) O karanlıkta bile gözümü açamıyordum. Acıdan ne uyuyabildim ne de yerimde oturabildim. Daireler çizerek yürüdüm odanın ortasında. "6 saat yanma olur kuruluktan dolayı" demişti doktor. Gerçekten de saat geçtikçe damlalar damlatıldıkça iyi geldi. 6. Saatin sonunda bayağı rahatlamıştım. Bu arada yanımızda operasyon sonrası takmak için güneş gözlüğü bulundurmakla çok akıllılık etmişiz, eve gelene kadar epey faydası oldu, onu da belirteyim:) Ben saat 2 de girdim işleme. Gece 11'de televizyon izleyebilecek duruma gelmiştim. Sonraki gün gözlerimden birinde küçük bir kan toplanması vardı. Doktorun da söylediği gibi 2 haftada küçülerek kayboldu. Bu arada tam net görüntünün gelmesi de 2 haftayı buluyor, net göremedim diye panik yapmayın ilk haftadan:)

Kardeşim de benden birkaç ay sonra geçirdi aynı operasyonu. Dedim ya genetik diye, onun gözler de problemli. Aynı doktor yaptı operasyonu fakat o benim kadar şanslı değildi. Gözleri küçük olduğu için gözlerinin açık kalmasını sağlayan şeyi takmakta zorlanmışlar, biraz baskı olmuş. Bende işlemin hemen ardından olmadı yanma, yarım saat sonra başladı. O çıkar çıkmaz gözlerinin yandığını söyledi fakat saat ilerledikçe çıktığı andan daha çok yanmaya başlamıştı. Onun operasyon biraz daha zor geçtiği için sanırım gözündeki kanlanma biraz daha büyüktü ve daha uzun sürede kayboldu. Bir ara öyle kalacağını bile zannettik fakat şuan hiçbir sorunu yok. Göz damlasını en az 6 ay kullanması gerekiyordu, kullanmadığı için kuruluk var gözlerinde hala. Onun dışında gayet sağlıklı, gayet net görüyoruz ikimiz de.

Ben bu kadar net göreceğimi hiç beklemiyordum. Arada bir gözlerim kuruduğunda kaybetsem de resmen HD görüntüye sahibim şuan. Lens veya gözlükle okuyamadığım göremediğim uzaklıktaki şeyleri çok rahat görüp okuyabiliyorum. Bu arada bende 4,50 derece miyop, 2,75 derece de astigmat vardı. Nisan 2015'te yapıldı ama hala arada bir damla kullanıyorum ekstra nemlilik için. Daha rahat oluyor. Sabah uyanırken kuruluktan gözlerimin zor açıldığı dönemlerde damlayı günde 2 kereye çıkarıyorum.

Ameliyattan sonraki kısa bir süre deniz/havuz ve makyaj yasağı var. Aksesuar olarak renkli lens kullanmak istersem de işlemden sonra 1 ay beklememin yeterli olacağını söyledi doktorum. Hala kullanmadım ama kullanmamda bir sakınca olmadığını bilmek güzel. 

Bu arada yılların alışkanlığı var, operasyondan sonraki 6 ay boyunca içimden "lenslerimi çıkarayım unutmadan" demediğim 1 gün bile yok. 6 ay sonra unutmaya başladım. Şimdi ise neredeyse hiç aklıma gelmiyor. Bir de söylemeden geçmek istemiyorum. Denizde insanları net görmek harika bir şeymiş. 6 saat değil 12 saat de acı çekseydim, yine değerdi bu mutluluğa. Bir daha olsa bir daha çekerdim acısını.

Şuan aklıma gelen ayrıntılar bunlar fakat merak ettiğiniz, aklınıza takılan herhangi bir soru varsa sorabilirsiniz. Memnuniyetle cevaplarım:)

Bu arada yukarıdaki fotoğraf kötü oldu ama göz bana ait. Bakın hala sağlam :)

Edit: Doktorumu merak edenler olmuş. Katıldığı bir program buldum youtube'dan, kim olduğunu merak edenler için: Dr İlker Yalçın




20 Ocak 2016 Çarşamba

Sigara Hikayesi 3

sigarayı bırakma

Tekrar merhaba. 


Sigarayı bırakmaya çalışma süreçlerimle ilgili 2 yazı daha paylaşmıştım daha önce. Çoğu içici gibi yeniden başladığım için bu bırakışımda da tekrar yazmam gerektiğini düşündüm. Aydınlanma Hikayesi başlıklı yazımda da bahsettiğim üzere, 2016 yılı için güzel planlarım var fakat hepsinin temelinde istikrarlı, iradeli, kararlı bir insan olmak yatıyor. Sigarayı bırakmak benim için artık sadece bir alışkanlığa son vermekle ilgili değil, daha çok verdiğim sözlerin, kararların arkasında durmak ile alakalı. Bu zamana kadar verdiğim neredeyse tüm kararlardan çabucak vazgeçme, karar değiştirme ve pes etme gibi bir huyum olduğundan da bahsetmiştim. Kendimde gerçekleştirmem gereken çok önemli bir değişim bu. İnsanın kendisiyle barışık olması için kendini takdir etmesi gerektiğine inanıyorum. Şimdiye kadar kendimle barışık olmamamın sebebi bu olabilir. Artık hayatımda yanlış veya kötü giden unsurları değiştirme zamanım geldi diye düşünüyorum. Buna kendim de dahilim.

Sigarayı bırakmak gerçekten zorlu bir süreç. Hiç içmemiş birinin tüm bunları, bu çelişki ve zorlukları saçma, hatta aptalca gördüğü bir gerçek. İçmiyor olsam eminim ben de farksız düşünmezdim. Fakat sigara gerçekten söylenen kadar lanet bir şey. Ona alışmadığınız zaman sorun yok ama alıştıysanız yemekten sonra içmediğinizde, duştan sonra, molalarda, alkolün yanında, kısacası her yerde her fırsatta içinizdeki sigara yakma ihtiyacını gidermediğiniz zaman ortaya çıkan boşluk hissi, yoksunluk hissi yeniden içmeye başlamanıza sebep oluyor. Eğer içmezseniz de o his mutsuzluğa dönüşüp sizi aksi, huysuz ve sinirli biri haline dönüştürebiliyor. 

Onlarca sigarayı bırakma teşebbüsümden sonra şunu fark ettim. Sigara içmemek için kendinizi sigarayı bırakacağınıza değil, sigarayı içmek istemediğinize ikna etmelisiniz. Demek istediğim, sigara içmeyi seviyorum fakat bırakmalıyım, derseniz baştan kaybedersiniz. Çünkü beynininiz size yeniden sigara içmeniz için onlarca sebep bulacak. Ben içmek istemiyorum çünkü hayatımın sigaralı kısmını, daha da önemlisini iradesiz kısmını geride bırakmak istiyorum. Ancak bu demek değil ki canım çekmiyor. Elbette sigara içen birini gördüğümde canım istiyor fakat bir süre düşünüp istediğim şeyin kesinlikle sigara içmemek olduğunu kendime hatırlatıp kendim durduruyorum. Bunu sadece hatırlamak değil, kendinizi gerçekten inandırmalısınız, kendinizi buna ikna etmelisiniz.

Bazen özellikle dizi/film izlerken elim sehpaya gidiyor, sanki hala o sehpada yakabileceğim bir sigara varmış gibi. En zorlandığım an o oluyor ve o an benim için en riskli an. Ne kadar riskli olduğunu açıklayayım. Ömer'le birlikte bıraktık sigarayı yine. Hep de onun yüzünden yeni başladık. Onun canı istediğinde ben onu içmemeye ikna ediyorum, destek oluyorum fakat benim canım istediğinde ve bunu herhangi bir şekilde dile getirdiğimde yanımda sigarayı bırakmam için beni destekleyen, vazgeçiren bir adam olmuyor. Daha da beteri, bir kere lafını ettiğimde onun da canını sigara çektirmiş olduğum için eğer sigara alıp içmezsek gerginlik oluyor,  trip atmaya başlıyor ve ortamı geriyor. Fakat sigarayı hatırlattığım için gerginliğin sebebi, suçlusu ben oluyorum. Anlayacağınız sigara içme isteğimin tavan yaptığı fakat geçici olan o anlarda, yanımda beni vazgeçirtecek bir adam yok. Hiç adil değil biliyorum ama hem onu vazgeçirtmek durumundayım, hem de destekçim olmadığından mücadelemi tek başıma kendi içimde vermek zorundayım. Bu durumun bende biraz sinir yaptığı doğru. Bazen insanın yanında neden sigara içmemesi gerektiğini söyleyecek birine ihtiyacı oluyor. İnsanın yanında destekçisi olmaması gerçekten zor, keşke biraz anlasa. Konuşunca bana hak veriyor gibi görünse de sürekli aynı şey yaşanıyor. Belki bu sefer okuyup anlar:) Son sigaraya başlamamız Likya Turunda Ömer'in etrafımızdaki insanlar sigara içtikçe Ömer'in bakıp içlenmesi, ara ara suratının asılması, keyifsizlenmesi sonucu "tatilde keyfimiz kaçmasın, ne güzel eğleniyoruz, berbat etmeyelim, tatilden sonra içmeyiz" diye düşünmem sonucunda olmuştu. Umarım bir daha olmaz. 

2 Ocak 2016'dan beri bir tane bile içmedim. Sigara içilen ortama bir kez girdim ben, o da annemle görüştüğüm zamandı. "Bu kadar zamandır içmiyorsun, içmek de istemiyorsun, birkaç saat daha dayan, gideceksin zaten," diye diye tuttum kendimi. Ömer ise tüm gün işte olduğu için çevresinde sigara içenlerin olması kaçınılmaz bir durum. Fakat aslında onu çok güzel motive edecek bir durum da söz konusu. Kişiliğine, zekasına, azmine, mantığına çok saygı duyduğu, hatta imrendiği ve yıllar önce sigarayı bırakmış bir patronu var. Şuan tek dayanağım o. Canı istediğinde Murat Bey'i düşünüp o nasıl başarmışsa kendisinin de öyle başarabileceğini söylüyorum ara sıra. Ben geçmiş yıllarımın iradesizliğini dayanak yaptım, o da imrenip saygı duyduğu birini dayanak yapabilir sigara konusunda kendine. Geçenlerde eve geldiğinde sigara kokuyordu. Yarım sigara içtiğini, sürekli sigara ikram edildiği için zor olduğunu söyledi. Cevabım ise "Murat Bey'e ikram edildiğinde içiyor mu? Onu örnek al lütfen" oldu. Şuan bildiğim kadarıyla da içmiyor. İçip de içmiyorum diyerek yalan söylüyorsa da ayıp onun.

Bir önceki sigarayı bırakışımızda karabaş otu alıp demledik. Sigara isteği durumunda bir yudum içilince isteğini kestiği söyleniyor. Hazırlayıp koydum dolaba. Ancak öyle kötü koktu ki, onu içeceğimize sigara içmeyiz deyip ikimiz de tadına bile bakmadık sigaranın. Bu sırada 9 ay da içmedik sigara. Bu şekilde bıraktırıyor olabilir belki de:) Ah o tatil yüzünden hep :) Geçenlerde de Champix isimli bir ilaç keşfettim. Kullanan ve başarılı sonuç alanlar var, Ekşi Sözlük'ten okuyabilirsiniz. Eğer zor durumda kalırsam ondan alıp vereceğim Ömer'e :) Hapı kullanan istese de içemiyormuş sigara. o hap da son umudum.

Gelelim sigarayı bıraktıktan sonra bizde olan bitene. Henüz 18 gün oldu fakat yavaş yavaş fark etmeye başladığını düşünüyorum. Parmaklardaki, saçtaki,tendeki, kıyafetlerdeki koku birkaç günde gidiyor zaten Evin kokusunu söylememe dahi gerek yok sanırım. Sabah ağızdaki kötü tat da tam gitmese de oldukça azaldı. Zihnim resmen berraklaştı, daha net düşünebilmeye başladım. Enerjim tavan yaptı. Sigarayı bıraktıktan sonra çoğu kişi halsizleştiğini, yorgun hissettiğini, gün içinde uykusunun geldiğini söyler. Belki günler öyle olabilir fakat birkaç gün sonra daha hafif ve temiz hissetmeye, sabah daha rahat uyanmaya ve daha enerji dolu olmaya başlar insan. Sigarayı hiç bırakmamış olanların bilmediği bir histir bu. Aslında sigaranın kendisini yorduğunu, ağırlaştırdığını fark edemez, çünkü aksinin olduğu zamanları hatırlamakta zorluk çeker. Hatırladığında ise bunu yaşa yorar. Çoğu insan (çift olarak biz de dahil) yaş ilerledikçe genç yaşlara nazaran daha az enerjik olduğunu, sosyal aktivitelerde daha çok yorulduğunu hisseder, hatta genç yaşlarda olduğu haliyle şu anki halini kıyaslar içten içe. Biz de yaptık oradan biliyorum:) Yaş elbette etkiler insanın enerjisini, ancak sigaranın da yaşlanma sürecini hızlandırdığı gerçeği var ortada. Enerjini 40'lı yaşlarda kaybetmeye başlayacakken neden 30'larında kaybedesin ki? Neden daha uzun süre genç kalıp genç hissetmeyesin ki? Kendinle ne alıp veremediğin varsa çöz ve bırak artık şu sigarayı dostum:)

Bu arada keşke giden tek şey enerji olsa. Sağlık da gidiyor. Sigarayı bıraktığımdan beri 40 yıllık içiciymişim gibi öksürüyorum. Neden? Akciğerler kendini temizliyor da ondan. Sen yıllarca ver dumanı ver dumanı, uyuşsun, temizleyemesin kendini. Sonra bırakınca neden balgam oluyor de. Vücut kendini her an temizlemeye programlı bir mekanizma. Sadece sigarayı değil, alkolü ve sağlıksız besinleri de sistemden atmak için sürekli bir çalışma halinde. Fakat sen belli aralıklarla sigara içtiğinde, kendini toparlayıp temizlemeye başlaması zaman alıyor. O denli zarar veriyor aslında sisteme. Sadece akciğerlerini değil, vücudundaki her sağlıklı hücreyi etkiliyor. Cildimin rengi değişmeye başladı. Göz altlarım eskisi kadar koyu değil mesela. Ciddi bir değişim için birkaç ay geçmesi gerekiyor tabi. Sigara içen ve içmeyen ikizlerin portre fotoğrafları ile ilgili bir çalışma yapılmıştı, birkaç ay önce gördüm. Sizinle onu da paylaşayım. Belki "içmek istememeye" başlamanıza yardımı dokunur:)



Bir de Allen Carr'ın Sigarayı bırakmanın kolay yolu isimli bir kitabı vardı. Ben de bugünlerde başlayacağım. İlk birkaç sayfasını daha önce okumuştum. Yazar özellikle belirtiyor, kitabı okurken istiyorsanız sigara içebilirsiniz diye. Bir kitapla bırakabileceğinize inanmıyorsanız bile bence denemekten zarar gelmez. Deneyip sonucu benimle yorum yazarak paylaşabilirsiniz. Ben de gelişmeleri yazmaya devam edebilirim isteyen olursa.

Son olarak kitapla aynı isimli bir de video çekilmiş. Amaç aynı fakat birebir aynı şeyler mi anlatılıyor çok emin değilim. Okumaya üşenen olursa önce videoyu izleyip sonuca bakabilir. Bu arada video 1 saat, videonun başında anlatıcı dikkatle izlemeniz gerektiğini ve başka işlerle dikkatinizi dağıtmamanız gerektiğini belirtiyor. Benim anlatacaklarım bu kadar:) Şimdiden iyi seyirler.




18 Ocak 2016 Pazartesi

En Kötü Tatil Hikayesi 3


Şimdi yazıyı Ömer'e bırakıyorum.


Memoli amcası tarafında aldatılmış Emrah suratıyla "ağabey, diğerleri yukarı çıksın, öyle konuşalım. Onların yanında konuşmasak olur mu?" diye sorunca o kadar da vicdanssız değilim ya diye düşünüp "tamam" dedim. kenara çekildim, bir sigara yaktım. Ceyhun'a da bir tane uzattım. Bu arada Ceyhun benimle birlikte Memoli'yi boğmak isteyen turdan diğer arkadaştı ve normalde uzun süre önce bıraktığından beri sigara içmemişti. Kenarda beklerken Ceyhun'a kararımızdan hiç vazgeçmeyeceğiz" dedim. Bu sırada Memoli geldi, "buyur ağabey" dedi. Ben de aldım sazı elime. 


"Bak Mehmet efendi, Nuh Nebi'den kalma otobüsle bizi buralara kadar getirdin, ses etmedim. Başımıza rehber diye verdiğin kız iki günde bize bir bardak kahve bile veremedi, gittiği yerler hakkında ben ondan daha çok şey biliyordum. Bir şey demedim. Böceklerin cirit attığı bok gibi bir otelde bizi konaklattın, sesimi çıkarmadım. Senin rehberin tuvaleti ve duşu olmayan bir plaja götürdü bizi ve günümüzü bok ettiği halde sonrasını kurtarayım diye ön ayak olduk, tekne turu ayarlattık. Yine de yardımcı olmaya çalıştık. Sonra sen geldin. Otobüste attın, tuttun. On kişiyi bir mekana iki saat sığdıramadın. Kalkmışsın kırk üç kişiyi gezdirmeye çalışıyorsun. Yok kardeşim, benim sabrım buraya kadar. Ben şimdi bavulumu toplayıp İstanbul'a geri dönüyorum. Bu zamana kadar olan pek eğlenmesem de turun bu kısmının parasını kabul ediyorum. Sen de yol paramı ve geri kalanını bana ödüyorsun", dedim. 


Tabi Memoli her çirkef satıcı gibi onun malı sattığını ve bu işten geri dönüş olmadığını falan gevelemeye başladı. Bu arada dişimin ağrısı da beynime vurdukça sinirim de giderek artıyordu. Bana haktan, hukuktan bahsetmeye başladı. Aklı sıra gözdağı vermeye çalıştı. Tabi gecenin sonunda yanlış kişiyle bu konuları konuştuğunun farkındaydı ama henüz bir fikri yoktu bu konuda. Bu arada Ceyhun da beni destekliyordu ama konuşma resmen Memoli ile benim aramda gibiydi. Bir taraftan konuşuyordum fakat aklımdan da konuşmayı uzatmayayım, şuracıkta kafayı gömüvereyim ne olacaksa olsun diye de geçirmiyor değildim. Sinir zehirli sarmaşık gibi, tohumunu bir kere ekerseniz her tarafınızı sarıveriyor. Ama bu herif de harbiden dayağı hak ediyordu yani. 


Neyse gel gelelim konuya. Bana çok mahkeme gördüğünden, hukuku çok iyi bildiğinden, böyle şeylerden korkmayacağından, zaten yetkilinin de o olmadığından, yetkili olan kişinin de yurt dışında olduğundan ve o anda uyuduğundan falan bahsetti. Ben de "ara, uyanıversin, tekrar uyur" dedim. Ama bu kanaldan direncini kıramadığımın farkındaydım. Ben de boşluğuna vurayım dedim ve arabadan ve şoförden dem vurdum. Aracı bağlatmakla ve şirket hakkında şikayetçi olmakla tehdit ettim. Yapamayacağımı düşündüğü için "yapabiliyorsan yap, ben yatmaya gideceğim" dedi. Bu tavrından sonra içimde ona karşı beslediğim yüzde 0,1'lik iyi duygular da kayboldu gitti. Ben bu Menemen'i birbirine katarım ama sana da rahat vermem dedim. Hakikaten de dediğini yaptı, gitti yattı. Ben de o sırada önce 155'i sonra da Ayça'yı aradım. Operatörde çıkan adama " ağabey, bir tur şirketi bizi bozuk otobüsle İstanbul'dan İzmir'e kadar getirdi. Hem de tek ayağı seken bir şoförle. (Kimsenin bedensel kusuru benim için bir eksikliği ifade etmez, fakat mental manada yetersizlik de söz konusu olunca bir yerde mecbur kalıyor insan) Otobüste koltuklar kırık, termoslar bozuk, hele bir de buzdolabı çalışmıyor ki çok yazık. Şirketin yetkilisine bunları söyledik, bizi umursamadı. Hakkımızı biz senden alamıyorsak, bu memleketin polisi, gelir senden söke söke alır", dedim ve karşımdaki adam direk adres sordu. 


Polisin gelmesini beklerken Ceyhun'la odalara çıkıp valizleri alıp kızlarla beraber aşağıya döndük.  Ben bundan sonrasını Ayça'ya bırakıyorum ama son söz olarak şunu söyleyebilirim ki siz hakkınızı aramazsanız kimse sizin adınıza aramaz. Haydi kalın sağlıcakla:)


Ömer odaya gelip çantaları aldı, birlikte aşağıya indik. O sırada anlattı olanları özetle. Polis kısa süre sonra geldi.  Ömer gelen polise de "ağabeyi halledersen sen halledersin bizim işi" diyerek verdi gazı:) Etrafına toplaşıp anlattık derdimizi. Polis de bunun üzerine şoförle konuşmak istedi. Adamı uyandırtıp indirttik aşağıya. Ömer de bu arada polise "ağabey, şoför emir kulu, benim sorunum onunla değil, patronuyla" demeyi de ihmal etmedi. Polis aracın takografına bakmak istedi. Ama ne hikmetse iki gündür ters takıyorlarmış çizelge kağıdını. Olacak bu ya, iki günlük yolculuğa ait hiçbir bilgi çıkmadı takograftan. Yanlışlıkla tabi. Yoksa kim bilerek ters taksın o kağıdı. Polis şoförden ilk intibayı alınca şirket yetkisiyle de görüşmek istedi. Şirket yetkilisi yani Memoli de yanında tura ortadan katılmış başka bir rehber arkadaşı ile beraber çıktı geldi. Polis anlattı durumu Memoli'ye. Aracı bağlayabileceğini söyleyince Memoli çözülüverdi. "Canım ağebeyim"ler, "tabi"ler, "baş üstüne"ler gırla. Tabi bu durumdan rahatsız olan uzatmalı rehber arkadaş bir ara Ömer'e atarlandı. Ancak Ömer de yine mesleği ile alakalı yerden girdi konuya ve asabi arkadaşın şirket çalışanı olup olmadığını sordu. Tabi adam ne olduğunu anlamadı, hem de üstüne sorumluluk almasın diye "yok değilim" dedi. Ömer o zaman bu turda ne aradığını, bunun yasal olup olmadığını falan sorunca adam pişman oldu ve kapattı çenesini. 


Saat 03:15 olmuştu bu sırada. Tartışma daha da uzayacaktı fakat polis bizim mağduriyetimizi gidereceğine dair tutanak imzalattı Memoli'ye. Ömer hazırladı tutanağı ve polis nezaretinde hepimiz imzaladık.Dönüş için yol paramızı ve turun katılmadığımız kısmının ücretini vereceğine söz vermiş oldu Memoli artık. Tabi bu arada yurt dışında uyuyan patron da uyanmıştı. Zorda kalınca telefona sarılıp aradı mecburen. Biz o sırada internetten otobüs bileti fiyatlarına baktık. kişi başı 75 liraydı otobüs biletleri. 300 tl verdi bize toplam. 


Eve dönüş:)


Taksi çağırttırdık otelin önüne ve otelden çıkış yaptık. Taksi bizi otogara götürdü önce fakat otogar bomboştu. Orada kimseyi bulamayınca Dikili sahile gidelim dedik, oradan buluruz bir yolunu diye. Bu arada taksiye 60 lira verdik. Sahile gittik, sabaha kadar açık olan bi restoran vardı. Oradaki garsonlara sorduk, otobüslerin sabah 6'da çalışmaya başladığını söylediler bize. Saat 4'e geliyordu o sıra. Saat 6'ya kadar sahilde oturduk, Sahildeki kafeler plastik sandalyelerini üst üste koyup açıkta bırakmışlar neyse ki. Onlara sığındık:) Tatile gidiyoruz ya, Ömer de ben de şortla gittik, yanımıza da pantolon veya eşofman tarzı, soğuktan koruyacak bir şey almadık. Spor ayakkabılarımız bile yoktu düşünün. İzmir normalde de öyle soğuk mu yoksa bize mi o gece öyle geldi bilmiyorum ama hayatımda hiç o gece üşüdüğüm kadar üşümemiştim. Çantadan havlularımızı çıkarıp onlara sarıldık. Bizimle birlikte sokaklarda kalan diğer çift bize nazaran daha şanslıydı. Onlar pantolonla çıkmışlardı, hatta kızın üzerinde hırka vardı. Sağ olsun dönüşümlü giyindik. Sahilde oturup zamanın geçmesini beklerken Ceyhun ve eşi uçak bileti fiyatlarına baktılar. Hatun Onur Air'de çalıştığı için ücretsiz uçacaktı. Onlar için otobüsten daha mantıklıydı yani. Baktık biletler otobüs bileti fiyatına, biz de aldık hemen bilet. Yoksa bu yorgunluğa bir de 10 saate yakın otobüs yolculuğunun yorgunluğu eklenecekti. 


Saat 6 olmadan az önce tekrar çıktık restoranın olduğu yere ve oradaki garsonlara hava alanına nasıl gidebileceğimizi sorduk. Oradan kalkan otobüs İzmir metrosuna gidiyormuş. Metro mu, tren mi pek emin değilim, o kısım hayal meyal. hepimiz uyuduk :) Otobüs epey çabuk vardı metroya. Metrodan indiğimizde ise hava alanındaydık. Ceyhun ve eşinin uçağının kalkmasına çok az kalmıştı. Bizimkine ise 1 saat kadar vardı. Aynı hava yolundan alamadık biletleri. Ya yer yoktu ya da kadın Onur Air'e ücretsiz bindiği için o hava yolu onlara daha avantajlıydı fakat bize diğeri daha uygun gelmişti. Uçuş saatine kadar kahvaltı yaptık, vakit geçirdik. Uçağa binince o haftaki en mutlu anlarımızı yaşadık. İnanılmaz yorgun ve halsizdik gece olanlardan sonra, fakat tüm bunlardan kurtulmuş ve eve dönüyor olmak ödül gibiydi bize. Bir saat sonra evdeydik. Metrobüse bindik tabi eve dönerken ama o tur otobüsünden sonra metrobüs bile kıymetli geldi. 


Sonraki 2 hafta boyunca Memoli'yi sürekli rahatsız ettik, Tur ücretinin katılmadığımız kısmını ödemesi gerekiyordu. Zira ödemezse Polis tur şirketini Bimer'e şikeyet etmemizi söylemişti. Biz ise sadece onunla kalmaz, kullanabildiğimiz tüm sosyal medya aracılığıyla isimlerini vererek olayları anlatıp herkese duyuracaktık. O da bunu bildiğinden mecbur kaldı yol için aldığımız 150 tl dışında 300 tl daha yolladı bize. Hak yerini buldu mu bilmiyorum ama en azından istediğimizi aldık. Telafi etti mi o para bir şeyleri? Hayır. Senede bir sefer olan tatil şansımızı bu turda harcamış olduk. Bu sene tatil şansımız olursa, adam akıllı bir tur şirketiyle gideceğiz. 


Bu arada turları sevmeyenlerin böyle deneyimleri olduysa eğer, turların eğlenceli olduğunu düşünmemesi normal. Ceyhun ve eşinin de ilk tur deneyimiydi bu. Epey bir dil döktük sahilde oturduğumuz süre boyunca. Kaliteli bir tur şirketiyle gidilen bir turda böyle sorunlar olmadığını, aksine iyi turlarla harika bir tatil geçirildiğini anlattık. Tabi biz ne söylesek de yaşananlar gerçekten zor ve sinir bozucuydu, dolayısı ile bir ön yargı oluşmuştu. Bir daha riske atarlar mı bilmiyorum ama belki başka bir turda yine karşılaşıp bu sefer iyi bir tatil geçirebiliriz birlikte:)


Bu hikayenin de sonuna geldik. 3 bölümde yayınladım, biraz uzun sürdü fakat umarım keyif almışsınızdır okurken.


Bu arada insan tatilden döndüğüne bu kadar sevinebilir mi sizce? Yüz, göz uykusuzluktan şiş ama mutlu :)



 

En Kötü Tatil Hikayesi 2

çeşme alaçatı turu
İkinci gün sabah erkenden kalkıp kahvaltı yaptık. Kahvaltı açık büfeydi fakat büyük bir servis tabağını doldurabileceğiniz sayıda çeşit olan açık büfelerden değil. Klasik kahvaltıdan farksızdı. Neyse ki doyduk, ona da şükür. Otobüse bindik ve Eski Foça'ya doğru yol aldık. Eski Foça küçük ama çok güzel bir yer. Bir saat kadar sonra tekne turuna geçtik. Tekne küçüktü fakat 43 kişi sığdık. Teknenin üst katında yere atılmış minderler vardı, hemen yayıldık. Bir süre sonra alt katta oturan bir grup üyesi bayan yukarı çıktı ve "oo, ne güzel yayılmışsınız, kalkın da bize de minder verin ya" diyerek kızlardan birinin altından minderi çekip aldı ve aşağı indi, kimsede ses yok. Herkes birbirine bakıp gülmeye başladı:)

Gidilecek ilk koya varana kadar gruptakilerle sohbet ederken aramızdan biri "sizin odada da böcekler var mıydı?" diye sorunca akşam ışığı açmadığımıza şükrettik. Anlaşılan o ki ışığı açmayan tek çift bizmişiz. Kimi uyurken duvarda yürüyen, kimi çekmeceyi açtığında kaçışan, kimi banyoda cirit atan böcekler görmüş. Feci yani.Tabi kimse adam akıllı uyku çekememiş tedirginlikten. Biz gerçekten iyi ki açmamız ışıkları. Aksini düşünmek bile istemiyorum. Rehbere anlattık böcek hikayesini. Grupta biz hariç herkes görmüş böcekleri ama anladık ki rehber de kör kütük kafayı vurup yatmış. "Akşam bana haber verseydiniz ben kıyameti koparırdım, neden söylemediniz" diyerek böcek falan görmediğini bize belirtti. Tüm yol boyu çay/kahve için sıcak su bulamayan arkadaş gece gece oteli mi ilaçlatacaktı yoksa başka otel ayarlayıp bizi oraya mı geçirecekti bilmiyorum. Kıyameti koparmak o bağlamda ne yapmak demekti, tam olarak anlayamadım.

Fethiye'nin koylarının güzelliğinden bahsetmiştim Likya Hikayesi adlı yazımda. İzmir yaşamak için çok güzel bir şehir ama tatil için koyları pek güzel değil. Dört koy gezdik, hiçbiri Fethiye'nin en az güzel koyunun yanına yaklaşamazdı. Su inanılmaz soğuktu. Sanki denizde değil Köprülü Kanyon'da (orada da rafting harika, tavsiye ederim) yüzüyorsunuz. Koylardan iyi olan bir tanesinde yüzerken deniz gözlüğü takmak için 3 saniyeliğine kafamı eğip kaldırdığımda başım tekneye çarptı. Deniz sadece soğuk değil çok da akıntılıydı. Tekne kendi etrafında dönüp duruyordu. Hemen geri hamle yapıp geri yüzdüm, sert bir şekilde çarpmadı kafam, gayet iyiyim:) Tekne sahipleri de bundan yakınıyorlarmış. İzmir'in denizi çok soğuk olduğu için tekne turu senenin iki ayı yapılabiliyormuş. Geçen yazımdaki ayağımızı sokmadığımız koylar bu turda gittiğimiz iki tanesiydi., Derinlik dört metreyse üç metresi yosunla kaplı olan koylar vardı. Berrak bir su göremedik pek. Bunda turun tabi ki bir suçu yok. Tavla oynadık, bira içtik, sohbet ettik. Bir ara jandarma yanaştı tekneye. Tekne sahibi kadın çabucak gelip bira şişelerini topladı. Alkol ruhsatları yokmuş. Deniz soğukluğu yüzünden sadece iki ay tur düzenleyebildikleri için ruhsata masraf yapmak istememişler. Bizim için bir sorun teşkil etmedi bu durum ama madem yaşadıklarımızı anlatıyorum bunu da es geçmeyeyim dedim.

Bir önceki günün akşamı rehber hanım kızımız şirketi arayıp bizim sürekli şikayet ettiğimizi, hiçbir şeyden memnun kalmadığımızı bildirmiş yetkililere. Tekne turu dönüşünde bizim rehber kız gitti yerine şirketin en iyi rehberi olduğunu söyleyen "Mehmet Ali" adında bir rehber geldi.  Sıradan bir rehber değildi. Bize tur satışını da o yapmıştı. Ayrıca turları organize etmekten o sorumluydu. Otobüse binip kendini bize tanıttı ve uzun uzun vaatlerde bulundu ve o dakikadan sonra her şeyin harika olacağına söz verdi. Öyle coşkulu, öyle enerjikti ve o kadar çok konuşuyordu ki ben en azından bundan sonrası iyi geçebilir tatilin diye düşündüm. Ancak Ömer "fazla sıkıyor, boş konuşuyor, bak gör bu da fiyasko çıkacak" dedi. Umarım öyle olmaz diye içimden geçirdim ama nedense Ömer haklı galiba diye düşündüm. Bu arada rehber kendini tanıtırken ismini söyledikten sonra ısrarla belirttiği bir şey vardı. "Bana ne derseniz deyin, istediğiniz lakabı takın, isterseniz 'şşt' diye bile seslenebilirsiniz ama n'olur Memoli demeyin" diye defalarca söyledi. O an "eğer durumu kurtaramazsan yaktım seni Memoli" dedim içimden. 

Yeni rehberimiz konuşmasını bitirir bitirmez kahve servisine başladı. Çay ve kahveleri otobüsün çanta, mont falan koyduğumuz raf gibi bir yeri vardır ya tavanında, oradan aldı. Bize servis yaparken "bu çay kahveler tur başından beri otobüste miydi?" diye sordum şaşırarak ama daha çok da kızmış bir şekilde. Eski rehberimiz sürekli tur şirketini suçlamıştı bu tür aksaklıklar yüzünden. Bu rehber de tahmin ettiğiniz üzere eski rehberimizi suçladı "dönünce ben hesabını soracağım bunların" diyerek. Sonunda içebilmiştik otobüs kahvemizi. Rehber kız hiç de umurumuzda değildi o an, başına ne gelirse hak etti diye düşündük:)

Tekne turu bittiğinde zaten akşam olmuştu. Otele gittik. Bu turda Likya'da olduğu gibi her gece aynı otelde konaklama durumu yoktu. Bu sefer böcekli otele gitmeyeceğiz diye sevinirken gittiğimiz otel bomboş bir yol üzerinde biz önünde durana kadar ışıkları bile yanık olmayan bir oteldi. Odaya çıkınca her ihtimale karşı çantaların fermuarını bile açmadık. Yatak altını, banyoyu ve çekmeceleri kontrol ettik. Böcek yoktu. İnip yemeği yedikten sonra otelin girişindeki sandalyelerde oturup sohbet ederken tur rehberimiz "Memoli" bizi Dikili sahildeki barlardan birine eğlenmeye götürebileceğini söyledi. Biz işimizi garantiye almak için, "rezervasyon ve gece 12.30 da otelde olma şartıyla geliriz" diyerek rezervasyon işini ve ertesi sabah erken kalkacağımız için çok geç saate kalmayacağımızı kesinleştirdik. Malum bayram tatili, her yerin tıklım tıklım olması çok muhtemel, ayrıca yorgunuz, Ömer'in dişi hala ağrıyor. Bir telefon görüşmesi yaptıktan sonra rezervasyonun tamam olduğunu duyurdu. Fakat şoför zaten tur başından beri tek başına araba kullanıyordu. (ikinci bir şoför yoktu yani) çok yorgundu, sabah yine erkenden yola çıkacaktık ve ertesi günün gecesi de sabaha kadar İstanbul'a araç kullanacaktı. Bu yüzden şoför için kişi başı 5-10 tl kadar toplayıp kendisine vermeyi teklif etti. Biz de "eğlenelim de o mühim değil" diye düşünüp gruba katıldık.

Sahilde bir bara girdik. Canlı müzik yapan yerleri normalde pek sevmem aslında. Grup çok iyi değilse gerçekten rahatsız edici oluyor. Biz vardığımızda Duman'ın şarkılarından biri çalıyordu. Öyle güzel söylüyorlardı ki onlar olmadığına emin olmak için dikkatlice baktım sahneye. Mekan gerçekten güzeldi fakat 2 kişilik bile boş yer yoktu. Kimse Memoli'ye "hani rezervasyon yaptırmıştın sen?" diye hesap sormadı. Aksine barın üst katındaki lokal gibi, yerleri halı kaplı ve kahveye benzeyen  bir odaya masa taşımaya başladı grup üyeleri. Biz yine dumura döndük çift olarak. Önce seyrettik durumu ama sonra orada oturmak istemediğimizi söyleyerek dışarı çıktık. O sırada gruptan birkaç kişi hala masa ayarlamaya çalışırken rehber yanımıza geldi ve hemen yakındaki başka bir mekanla telefonda görüştüğünü ve orada yer olduğunu söyleyerek bizi oraya götürdü. O mekanda da canlı müzik vardı ama iyi değildi. Boş olan iki masa dört sandalye vardı toplam, biri bir köşede, diğeri öbür köşede. O gece eğlenceye çıkan kişi sayımız ise on üçtü. İçeride kısa bir süre ayakta dikildik. Bu sırada gruptan 3 çift durumdan çok rahatsız olduk ve 6 kişi, birlikte oturmak istediğimiz konusunda ısrarcı olduk. Gruptan başka bir hatun ise "istediğiniz yere oturun" diyerek grubun geri kalanı ile arka taraflara doğru gitti. Ne diğer grup üyeleri ne de rehberin umurunda değildik anladık ki.

Biz kimseye bir şey söylemeden dışarı çıktık 6 kişi ve sahilde yürümeye başladık. Herkes öfkeli ama geceyi kurtarma derdindeydi. Dondurma yedik, oturup çay içtik ve bu sırada tek konuştuğumuz konu turun ne kadar kötü olduğuydu. Bu sırada bizi arayan soran olmadı. Kimse ortadan kaybolduğumuzu fark etmemişti veya umursamıyordu. Bunu fark ettikçe daha da arttı öfkemiz. Onlardan ses çıkmayınca saat 00:00'da Ömer aradı rehberi. "12:30 da otelde olacaktık unutma, biz sahildeyiz geliyoruz birazdan" diye bir hatırlatma yaptı. Acele etmedik, aheste aheste yürüyerek geri döndük, Barın önüne vardığımızda tekrar aradı Ömer. O sırada saat 12.30'du. Çoktan otele varmış olmalıydık normalde. Kapıda bekledik on beş dakika kadar. Sonra Ömer içeri girdi ve rehberi bulup elini adamın omzuna atarak "bak kardeş, saat 1'e çeyrek var, 12 buçukta otelde olacağız demiştin, deminden beri dışarıda bekliyorum eğlencenizin bitmesini ama yoruldum, hadi artık" diye sert bir tavırla uyardı rehberi. 5 senedir o kadar haksızlıkla karşılaştık, hiç birinde hakkını aramak için salon erkeği havasını bozmayan adam birden bire Kurtlar Vadisi'nden fırlamış bir hale büründü. O halini hiç görmemiştim ve beni hiçbir şeyle bu kadar şaşırtmamıştı o güne kadar. 

Grup bardan çıkana kadar bir 10 dakika daha geçti. Hemen otobüse bindik ve otele döndük. Otele varışımız on dakikadan fazla sürmedi fakat grubun tamamı sarhoştu, alkışlarla rehbere tezahürat yapıp ıslıklar çalmaya başladılar. Kızlardan biri yanıma gelip diğerleri hakkında bir şeyler anlattı. Sarhoşken de gıybet yapabilenler varmış onu öğrendim:) Biz 6 kişi grubun rehbere karşı olan memnuniyetinden dolayı iyice bozulduk tabi. Kimse bizim mağduriyeti önemsemiyordu. Farkında da değillerdi zaten. Normalde grup olarak yapılan saçmalığa itiraz edebilecekken 6 kişi kalmıştık. Otele vardık, otobüsten inerken Ömer'in Memoli'ye "sen bir gelsene şöyle konuşalım" dediğini duydum. Yanında gruptakilerden biri daha vardı. Kenara çektiler rehberi. 3. çiftin beyi ise o ara ne olduysa odasına çıktı sanırım, ortalıkta yoktu. Olan bitenden haberi var mı hala bilmiyorum. Ben odaya çıktım.

Ondan sonraki 1.5 saat ben odadaydım. Hikayenin sonuna az kaldı. Normalde 2 bölümde bitireceğim demiştim fakat Ömer!in eklemelerine ihtiyacım var. Ona da ancak akşam geldiğinde yazdırabilirim. O yüzden son bölümü yarın sabah yayınlamak durumunda kalacağım Lütfen kusura bakmayın.

Yazının devamı için tıklayın
izmir çeşme










17 Ocak 2016 Pazar

En kötü Tatil Hikayesi

Çeşme Turu, Çeşme Marina
Bir önceki yazımda Ets ile gittiğimiz ve çok keyif aldığımız turdan bahsetmiştim. Şimdi de tanınmamış, hatta belki de adını bile duymadığınız bir tur şirketinden aldığımız 3 gece 4 günlük bir Çeşme turundan bahsedeceğim. Tatil planımızı yıllık izin sorunlarından dolayı son dakika yapmak zorunda kaldık geçen yaz.  Ets tur ile gitmekti planımız ancak son dakika rezervasyonları oldukça maliyetli geldi bize. Fırsat sitelerine bakınmaya başladım. Hem çok kısa olmayan, hem uygun fiyatlı bir tane bulduk. Aradık tur şirketini, seyahat edilecek araç da dahil birçok konuda soru sorduk ve bilgi aldık. İkna ettiler nihayetinde ve tura katıldık. Facia gibi olsa da bize ders veren bir turdu. Yazdıklarımda en ufak bir abartı veya saptırma söz konusu değildir. Okudukça inanamama ihtimaliniz olabilir diye belirtmek istedim. 

İstanbul kalkışlı birçok tur şirketinin yaptığı gibi bunlar da İncirli' den tur otobüsü kaldırıyorlardı. Akşam 9 da yola çıktık sırtımızda çantalarla. Tur rehberimiz oldukça genç ve güler yüzlü bir kızdı. Tüm yolcular geldikten sonra topluca otobüse doluştuk ve yola çıktık. Bu arada tam bayram tatili olduğu için malum İstanbul trafiği söz konusuydu o gün. Biz İstanbullular bayramda yerimizde durmakta oldukça güçlük çekiyoruz zaten:) Otobüse binerken bir anlık şoförümüzün yüzünü gördüm ve dönüp arkamdaki eşime "adam her an ölecekmiş gibi duruyor" dedim. Gerçekten de oldukça yorgun ve halsiz görünüyordu. Yaşı oldukça ilerlemiş bir beydi. Otobüs kalktıktan sonra rehberimiz yolun 10 saat kadar süreceğini söyledikten sonra hepimize teşekkür etti. Normalde turun kalkacağı güne kadar yolcular her gün arar bin türlü soru sorarlarmış. İlk defa bizim tur katılımcıları sadece kalkış günü saat teyidi için aramış. Bunun için defalarca teşekkür etti bize. Güldük geçtik tabi.

İlk fiyasko otobüse bindiğimiz an gerçekleşti aslında. Turu satın almadan önce otobüs hakkında sorduğumuz soruları uzun gece yolculuğunda rahat gitmek ve güvenli olması açısından sormuştuk. Ben pencere kenarına oturdum. Koltuk rahat değildi ama en azından sağlamdı. Yanımda oturan eşimin koltuğu kırıktı ve kıpırdamadan oturması gerekiyordu. Tatile çıkıyoruz ya, ağzımızın tadı kaçmasın Ali Rıza bey modunda olduğumuzdan umursamadık fazla. Rahatsız bir durum tabi ama lafını etmedik ne rehbere ne şoföre. 

Normalde uzun yol otobüslerine bindiğinizde kısa süre sonra su/çay/kahve servisi yapılır değil mi? Hatta yanında kek de ikram ederler mis gibi. Otobüse bindiğimizde saat akşam 9 du. Biz de evden çıkarken çabuk acıkmayalım diye evde yemeğimizi yiyip çıkmıştık. Fakat bayram trafiğinden dolayı köprüyü gece yarısı geçtik. Bu süreçte bize su dahi verilmedi. Rehber hanımı çağırıp kendimiz istemek durumunda kaldık. Birkaç yolcu su için kendisini oturduğu yerden kaldırınca mikrofonu eline aldı ve "arkadaşlar bu böyle olmuyor, numaramı kaydedin, Whatsapp'tan yazarsınız bir şey istediğinizde ben getiririm" dedi. İyi de siz söyleyin, hoş mu olur birine bana su getirir misin diye mesaj atmak? Dolayısı ile millet kendi kalkıp almaya başladı suyunu. Bu arada yaz günü içtiğimiz suların hepsi sıcaktı.  Otobüsün dolabı çalışmıyormuş. Çay ve kahveyi sorduğumuzda da "ben hepsini ayarlayacağım" cevabını aldık. 

Saat geçtikçe de acıkmaya başladık. Trafik öyle yoğundu ki feribota gecenin çok geç saatlerinde vardık. Oradaki araba kuyruğundan istifade, dışarıdaki büfelere koştuk ve kendimize köfte ekmek aldık. feribotta denize karşı yedik ekmeklerimizi başka şeyler düşünerek. Yediğimiz şeyi düşünmek istemedik çünkü köfteleri aldığımız yerdeki kadın, köfteleri ve üzerine koyduğu salatayı çıplak elleriyle avuçlayarak koydu ekmeğin arasına. Salatanın içerisindeki kocaman maşayı kullanma gereği duymamıştı. Açlığı gidermiştik ama sıcak bir şeyler içme ihtiyacı tavan yapmıştı. Tüm gece bir bardak kahve gelsin diye dua ettik, yok. Sabah gelir belki dedik. Sesimiz çıkmadı gece.

Sabah oldu, ilk gün Çeşme ve Alaçatı gezilip görülecek, sonra da denize girilecekti plana göre. Rehber kahvaltı molası için Çeşme limana geldiğimizi duyurdu. Otobüsten indik, boş bir yol üzerindeydik. Bu arada biz iner inmez otobüs gitti. Rehber yanımıza gelip "işte şuralarda kahvaltı için yerler varmış, bulup bir yere oturabilirsiniz (!) dedi ve bizden ayrıldı. 1.5 saatlik molanın 45dk sını grup olarak temmuz sıcağında, güneş altında yürüyerek, bir yer bulmak için harcadık. Çeşme marinanın yakınında indirmişler meğer bizi. Az yürüyüp içine girmemiz gerekiyormuş. Orada da birkaç yer vardı sadece. Kahvaltı yapılacak güzel olan yerler oldukça pahalıydı. En uygun yeri bulduk ve oturduk. 15tl den ucuz sandviç çeşidi yoktu oturduğumuz yerde. Kahvaltıyı yapıp kalktık fakat tüm grup çok sinirli bir şekilde bindi otobüse. Herkes "bu şekilde rehberlik mi olur? Çay/kahve içmedik zaten, bir de bilmediğimiz bir yerde bizi bırakıp kahvaltı yapacak yer bulun demek nasıl bir şey?" diye patladı haklı olarak. Rehber yüzsüz bir şekilde "aa, biz falanca yere gittik, keşke siz de gelseydiniz, ben de bilmiyorum buraları pek, bu benim ilk Çeşme turum" dedi. Topluca bir şok geçirdik ve artık kahve sorunu tekrar dile getirildi. Rehber tur şirketine attı suçu ve kendisinin elinden geleni yaptığını söyledi bize. Biz de kıza acıdık, kıstık sesimizi. 

Sırada Çeşme turu olduğu yazıyordu programda. Otobüse bindik ve bir süre yol aldıktan sonra birden rehberimiz mikrofonuyla konuşmaya başladı. Bize Çeşme Kalesi ile ilgili bir şeyler anlatıyordu. En azından biz öyle düşündük. Meğer anlatmıyor, okuyormuş. Vikipedi  sağ olsun. Rehber koltuğunda oturduğu için göremiyorduk ama okurken takılır ya insan, o şekilde verdi kendini ele. Arka koltukta oturanlar da fark etmiş olacak ki, telefonlarıyla Vikipedi'ye girip okuduğu metni takip etmeye başladılar. Kimimiz sinirden, kimimiz rehberin kendini düşürdüğü duruma gülerken fark ettik ki programda Çeşme kalesi gezisi diye planlanan kısım otobüs ilerlerken, kalenin görüş mesafesine girdiği 1-2 dakikayla sınırlıymış. Yani kahvaltı fiyaskosu hariç, Çeşme'ye ayak basamadık. İlk çeşme turu olduğunu belirtmişti bize kız, ama gezdirdiği yerle ilgili hiçbir şey bilmeyen bir rehberle gezince de iyice aptal yerine konulmuş hissettik kendimizi. Rehberlik buysa ben de yaparım öyle rehberlik!

Rehberin çeşme tarihini okuması bittiğinde otobüs kısa bir süre durakladı. Rehberin gideceğimiz yere karar vermeye çalıştığını fark ettiğimizde bizdeki şaşkınlığı görmeliydiniz. Nerede yüzeceğimiz bile planlanmış değildi. Rehber Alaçatı'da bir halk plajına gideceğimizi söylediğinde ise ayrı bir sinir dalgası kapladı tüm grubu. Grup olarak halk plajına gitmek istemedik. "Halk plajına gitmek istesek tura neden para verip katıldık ki, kendimiz de çıkıp gidebilirdik" sesleri yükselmeye başladı. Zavallı(!) rehberimiz de "beachlerin girişi 50 liradan başlıyor, sizin cebinizden para çıkmasın, daha fazla masraf yapmayın diye sizi halk plajına götürüyorum, ben siz mağdur olmayın diye, sizin için uğraşıyorum" diyerek resmen susturdu bizi. 

Gittik halk plajına, duş yok, tuvalet yok! Duş olmayan yerde giremeyiz denize diye itiraz etsek de başka şansımız kalmamıştı. Zira 100 metre ötedeki beachin girişi 60 liraydı ve orada da duş yoktu. Sahilin hemen dibindeki otelden alıyorlarmış suyu ve otel de tadilattaydı. Denize girdik duş olmamasına rağmen. Bikini/mayo değiştiririz, ıslak kalmayız dedik. Sonra tuvaletimiz geldi tabi canlı varlıklarız sonuçta. Tuvalet dedikleri bir yer vardı, oraya bakmaya gitti Ömer. Tuvalet  zemini de plastikten yapılmış bir kabinmiş. Yerine bir delik açılmış ve içi daha önce kullananlar tarafından doldurulmuş. Duramayıp çıkmış zavallım. Karşılaştığı şeyi bana anlattığında rehberin yanına gittim ve bir sonraki gün turla devam etmek istemediğimizi söyledik ve bize bir tekne turu ayarlamasını rica ettik. Ayarladığından emin olmak için de on dakikada bir "ayarladın mı tekneyi?" diye tepesine dikildik. Bu arada Alaçatı'da muza bindik, tek eğlenceli yeri o bölümüydü tatilin. O da Ömer'in bir haftadır çektiği diş ağrısı sebebiyle zehir oldu. Muz bizi denize devirdiğinde çenesini içimizden birinin kafasına çarptığı için ağrısını azmıştı. O gün bilmem kaçıncı ağrı kesicisini içti ağrının tekrar başlamasından dolayı ancak ilaçlar ateşini de yükseltince titremeye başladı ve Muzdan sonra bir daha da girmedik denize. Sahilden ayrılma saatimizin gelmesini bekledik oturup.

Sahilden çıktıktan sonra Alaçatı sokaklarında yine serbest vakit geçirelim diye "hadi gezin Alaçatı'yı" deyip Çeşme'de olduğu gibi bıraktılar bizi. Kaybolacak kadar uzaklaşmadan Alaçatı sokaklarını gezdik, bu sırada aç karnımızı doyurduk yine 15 liralık avuç kadar sandviçlerle. Otele dönmeden, ertesi günkü program Eski Foça olduğu için oradan kalkan tekne turlarını araştırdık, arayıp fiyat aldık. Gün berbat geçtiği için grubun tamamı katılmak istedi tekne turuna lakin 43 kişilik tekne bulamadık. Bayram günü sabah erken kalkacak bir turu bir önceki günün akşamı organize etmeye çalışmak elbette saçmaydı. Hepsi rezerve edilmişti ama belki bir umut buluruz diye bulduğumuz tüm telefon numaralarını arayıp sormaya devam ettik. Sonunda otobüse döndüğümüzde rehberin bir arkadaşının tanıdığının vasıtasıyla bir tane tekne bulunduğunu öğrendik ve rahatladık. Bu arada tekneyi rehber buldu fakat tura dahil bir şey olmadığı için ücretini kendimiz ödedik. Aslında orada da tur şirketinin bize pek bir hayrı dokunmadı. 

Bir önce anlattığım turda gruptakilerle ikinci günden sonra kaynaşmaya başlamıştık çünkü kimsenin hiçbir sorunu yoktu, herkesin keyfi tıkırdı. Fakat bu turda daha ilk günün sabahında herkes birlik oldu, 43 kişi tek yürek olmuştu resmen. 

Alaçatı turu da bittiğinde otele geçtik. İzmir'de fuara çok yakın bir yerde ara sokakta bir oteldi. Duş alıp restorana çıktık. Sabahki kahvaltı rezaletinden ve öğlen sandviçle geçiştirilen öğünden sonra akşam açık büfe hayali kurarken, uzunca bir süre önce pişmiş ve tabaklara konup bekleyen buz gibi bir porsiyon tavuk sote, ve birer tane gül böreği servis edildi. Tavuk kötüydü ama nasıl olduysa börekler oldukça lezzetliydi. Yemekten sonra içtiğimiz Türk kahvesi ise yanmıştı, bırakıp dışarı çıktık. Sahilde yürüdük, Konak'ta bir tur attık ve otele döndük. Işıkları bile açmadan yatağa gidip uyuduk. İyi ki de açmamışız o ışıkları. Nedeni yazının devamında. 

Ertesi gün neler olduğunu da anlatacağım. Her şey çok daha kötüydü maalesef. İlk gün bile tek başına yeterince uzun olduğu için iki parça halinde yayınlamaya karar verdim bu hikayeyi. En fazla 24 saat sonra 2. bölüm de yayında olacak. Beklemede kalın. 

Ek olarak ilk günden iki fotoğraf koymak istedim. Ömer'in zor dayandığı diş ağrısı yüzünden tatilin çoğunu çenesine koyduğu buzla geçirmesine ve diğer aksiliklere rağmen neşemizi korumaya çalıştığımızı görün diye:)

yazının devamı için: tıklayın
Çeşme Turu
Çeşme alaçatı turu
  






blogumun adını neden değiştirdim?

Anladım ki insana tek bir kimlik yetmiyor. Belki de bu yüzden arttı son zamanlarda profillerdeki kocasının prensesi, paşasının annesi(!) ib...